Pages

26 Ocak 2016 Salı

HAYAT ARTIK BUNALTIYORSA...OKUYUN, OKUTUN, DİNLEYİN

Her sabah uyanıyorsun(umarım öyledir :)) . Kendi isteğiyle, şevkle uyananlardan mısın? ..... Yoksa cep telefonunun alarmıyla mı (çalar saati olan kaldı mı bilemiyorum) uyanıyorsun? Yataktan kalkıp yüzünü yıkayıp güne hazırlanman için en az iki alarm süresi geçmesi gerekiyor mu? Evde kahvaltı yapmanın ne demek olduğunu çocukluğunda unutup kendini yollarda, iş yerinde masanda birşeyler atıştırmaya çalışırken mi buluyorsun?
 
 
İşinle, mesleki deneyimine bir şey demeyeceğim. İşinde başarılı ve deneyimli olmalısın ki bu kadar olumsuzluğa rağmen gemini fırtına da bile limana güvenle yanaştırabiliyorsun. İsteksiz halinle bile günü tecrübenle kazasız belasız tamamlayabiliyorsun.
 
Peki bu nereye kadar sürecek? Bu soruya İstanbul çalışanı "yıllık iznime kadar" diye yanıtlayabilir. Ankara ve İzmir'de dahil Türkiye'nin kalan tüm vilayetlerinde bu kadar cesur bir yanıt alabileceğimi zannetmiyorum. En fazla alabileceğim yanıtsa "bilmem..."
 
Bulunduğumuz coğrafya ve hızlı değişen Türkiye'mizi, değer yargılarımızı göz önüne aldığımızda tabiri caiz ise az ama öz bilen, bununla birlikte değer yaratan, iş ve toplum ahlakı yüksek, yardımsever toplumdan; mesleğinde donanımlı, meslek etiği gereği ile sınırlı bireylere doğru hızla göç etmiş durumdayız. Birey olmak tanımı bile bana göre anlam kaymasına uğradı bizim kuşakla birlikte. Türk Dil Kurumu(TDK) : "İnsan topluluklarını oluşturan, insanların benzer yanlarını kendinde taşımakla birlikte, kendine özgü ayırıcı özellikleri de bulunan tek can, fert" olarak tanımlıyor. Ama günümüzdeki birey ise toplum istasyonundan çoktan ayrılmış, geriye dönüp el bile sallamadan. Bindiği tren bile "ben gidiyorum, istasyondan ayrılıyorum haberiniz ola!" diye düdüğünü öttürmesine rağmen. 
 
Herkes kendi halinde, herkes kendisine yetmeye çalışıyor. Bu da tabiki beynimizin büyümesine , şişmesine bir süre sonra da kısa devre yapıp İngilizce deyişle "error", hata vermesine neden olacaktır. Bu durumda bilgisayar kullananlar iyi bilir (kullanmayan ve benim yazılarımı okuyan varsa da şükranlarımı sunuyorum :)) ne yapıyoruz? Bir Türk projesini yerine getirmek yani "fişi çek 10'a kadar say geri tak" veya bir bilgisayar servisine götürmek lazım gelir. Servise götürmeden önce yapabileceğimiz teknik bir ara görevimiz daha var değil mi ? (merak etmeyin bende sizinleyim, geçicez bu sınavıda :)) Reset atmak, resetlemek yani yeniden başlatma komutunu vermek. İşte filmde burdan sonra başlıyor zaten. Bilgisayarda bir dakikayı aşmayan bu durum, bizim için yıllara, bir ömre bile bedel olabilmektedir.  Yanılıyorsam lütfen düzeltin. Bu yazıyı her yaştan arkadaşım okuyacak. Bu kararı emekli olunca dahi veremeyen "böyle gelmiş böyle gider" diyen ve hatta "bozulduysa bozulmuştur servise kim gidecek" diyenler olduğunu adımı bildiğim gibi biliyorum. Adam prostatının derdini çekiyor geceler boyu bunu mu göğüsleyemeyecek diye bir de kara mizah yapayım.
 
Bizden sonraki neslin durumu ise içler acısı. Yabancı dil zorunluluğu nedeni ile güzel Türkçe'mizi öğretemeden seferberliğe gönderiyoruz. Yapamadığımız, içimizde yaşlanan çocuğun istediği herşeyi yavrularımıza misyon olarak yüklüyoruz. 
 
Peki bu vatanın evladı olarak bizler neler yapabiliriz "yeniden başlat" komutu adına diye bir düşünelim derim. Sakın ama sakın bir hastamın dediği gibi " biz garibanız hocam diyet zengin işi" benzeri bir cümle kullanmayın ne olur . İşin özünde zaten toplum olma bilincini yeniden kendimize kazandırmak ve TDK'nun da  tanımladığı gibi kendimize özgü farklılıklar geliştrmekte yatıyor.
 
Her şeyden önce selamlaşma, güler yüz ile başlayabiliriz. Yardımseverliğin ve güçlü kalabilmenin en kolay ve de kimilerine göre ise en zor yöntemidir. Kişisel potansiyelinizi sinerjiye çevirebilmek için sağlayabileceğiniz en kolay ve en mutlu olacağınız kısa devre sistemini kurmuş olacaksınız. Bu kısa devre kendi kendine paralel devreleri oluşturarak doğadan ve evrenden enerji depolamaya başlayacaksınız. Bunların hepsi samimiyet ekseninde ışık hızında olabileceği gibi, "lütfen" yapılırsa bir sonraki sömestire de yetişmeyeceğini hatırlatmama gerek yok sanırım.(Fazla ileri gitmemişimdir umarım). Bu basamak aslında çoğumuz için yeterli bir basamaktır. Bu basamağı hakkını vererek yerine getirdiğimizde zaten diğer basamaklara geçmek başka birinin komutuna değil sizin inisiyatifinizde olacaktır.
 
Fırsat buldukça kaliteli müzik dinleyin ve değer verdiklerinize de dinletin. Müziğin rahatlatlık, özgüven ve üretkenlik aşısına kendinizi bırakın. Bağışıklığınız güçlensin. Bağışıklığınız güçlensin ki sizde müzik söyleyin, yapın, çalın... olmaz diye bir şey yok bu gök kubbenin altında. Yeterki devrelerinizi doğru kurgulayın. Müzikle uğraşan, enstrüman çalan insanların daha organize oldukları işte başarılarının, iletişimlerinin açık olduğu bir gerçektir.
 
Mutlaka gün içinde veya gün sonunda internette geçirdiğiniz zaman süresi içerisinde şiire zaman ayırın. Hatta hiç olmazsa bir tane şiir tam kıta olmak kaydı ile ezberinizde olsun. Ezberimiz kuvvetli değil ise de mutlaka bir şiiri hakkını vererek okuyun derim. Sizi masanızdan, ofisinizden uzaklara, geçmişe,geleceğe, umutlara, unutmak istemediklerinize alıp götürecektir.
 
Bir diğer önerim ise yatmadan önce kitap okuyun. Haftasonları kendini kaptırarak sabaha kadar kitap okuyanlara saygım sonsuzdur. Lakin benim şahsi önerim yatağa girince uygun ışıkta ama bir bölüm ama 10-15 dakika hiç olmazsa okuyun. Bu sizin gün boyu süren beyin yorgunluğunuzu rüyalarınıza taşımaktan kurtaracaktır. Sabaha idarecinizle ya da sevmediğiniz mesai arkadaşınızla uyanmak istemiyorsanız bu sözümü dikkate alın derim. Bu paragraf bitmeden ekleyeceğim bir öneride; çok yorgunsunuz ve kitabı okuyamayacak durumdasınız ya da o gün kitap okumak istemiyorsunuzdur.  Dua etmeden yatmayın. Yeni güne, sevdiklerinize, kendinize dua edin. Para, aşk, merhamet, güç, ilim, iman, doğruluk, hayırlı ve uzun ömür dileyin canı yürekten ve amin demeyi unutmayın.
 
Tatil planlarınızı erken rezervasyon yapın. Hem cebiniz sevinsin hem de heyecanınız gıdıklansın. Erken rezervasyondan kastım sanılmasın ki herşey dahil tatilleri kastediyorum. Bazı senelerde ya da tatilinizin bir kısmı içinde uçuş biletinizi erken ve ucuza alın kalan kısmı size macera olsun. Erken rezervasyon için iş şartları uygun değilse bile siz beyninizde erken rezervasyonu yapın gerisi sizin kişisel yetenek ve nüfuzunuzla çözülsün. Yurt içi, yurt dışı tercihlerinize karışmıyorum. Ama bayram tatillerinin bayram ziyareti için resmi tatil olduğunu üstüne basa basa belirtmek isterim. Yazımızın içinde de belirttiğimiz gibi iletişim, samimiyet gücümüzün temelini oluşturuyor. Bizim gibi duygusal toplumlar için bu ekstra artı değer oluşturuyor. Samimiyetine güvendiğiniz, inandığınız insanlarla iletişiminizi unutmayın, esirgemeyin. Onların zihninizin topraklama hattı , tabiatınızın bataklığı olduğunu hep hatırlayın ve bu doğru üzerinde sapmadan hareket edin.
 
Unutmayın ki "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" Ata'mıza saygıyla...
 
Kadir Gökhan ATILGAN
26.OCAK.2016   /  01.48
ANKARA

22 Aralık 2014 Pazartesi

BEN, OSHO ve ÜSTÜN DÖKMEN



"Ben" olmayı becerebilmek ne kadar zor bir iş şu hayatta. 
İlk etapta ne alaka ben "BENİM" diyebilirsiniz. Ben sizin kadar emin olmamakla birlikte diyordum ya da demeye çalışıyordum. Ta ki Osho'yu okuyuncaya kadar. Sizlerde bende herşeyin farkında olamıyoruz, olmuyoruz. Ikinci veya üçüncü şahısların baktığımız şeyleri görmemizi sağlaması gerekiyor. 

Son dönemde özellikle "ben"lik kavramı diye birşey kalmadığından ziyade kıtlığa doğru gidiyor. Çünkü seviyoruz "ben" olmamanın rahatlığını. İnşaallah, maşaallah ,fesuphanallah diyerek ya da şarkının dediği gibi "hayat,beni neden yoruyorsun?" diyerek sorumluluğu birilerine atıyoruz. Sistem bunu gerektiriyor, evet demek hayır demekten daha çok yol almanı sağlayabilir. Ama ne kadar az sorumluluk alırsan o kadar ben olmaktan uzaklaşıyorsun. Söyleyecek sözümüz bile kalmıyor. Nasip, kısmet, hayırlısı,eyvallah demek zorunda kalıyoruz. Ne diyelim, başa gelen çekilir diyoruz. Senin için yapmıştım, sizin istediğiniz gibi gerçekleştirdik gibi sözlerle artık iyice "ben" olmaktan uzaklaşmaya başlıyoruz. 

En kötüsü de ne biliyor musunuz sevgili dostlar, kendimizde kanıksayıp fark edemediğimiz kaybımızı geleceğimiz yani çocuklarımızda görmek veya kuşak çatışması ortamında kalmaktır. Herkes yaşıyor yada görüyordur çevresinde ,gündelik hayatın içinde belki de ailesinde. Sürekli olarak "sen ne pısırık çocuksun", "ben sana böyle mi öğrettim", "bak Ahmet'in oğluna..." gibi sözlerle çocuklarımıza karşı saldırıya geçeriz. Karşımızdakinin yani çocuklarımızın aynamız olduğunun bizlerin tecellisi olduğunun ya farkında değilizdir yada işimize öyle geliyordur. Küçük Şeyler'in yazarı Üstün Dökmen'de hep der ya Anadolu'da   Insanları soyisimleri ile değerlendirirsek genelde hep tersi olduğunu görürüz. Hiç korkak, ılımlı , uslu gibi soyadlara rastlamayız . Yilmaz, Korkmaz, Sert, Kaya , Demir vs en sık karşılaşılan soyadlar değil midir?

"Ben" olamadıkça da içe dönüşümüz toplumca hızlanmaya başladı. Yapraklarını açmayan çiçek gibi sürekli koruma altında kalmak, sürekli zırhımızı kuşanmış olarak bulunmak istiyoruz. "Karizmatikte gösteriyor yalan mi itiraf et" dediğinizi duyar gibiyim ama gerçeğin böyle olmadığını, karizma takılmanında bir zırh olduğunu unutmayalım. Herkese heryerde gülümsüyoruz. Ama herkesin yanında, her yerde ağlayamıyoruz . Yanında ağlayabileceği dostu olabilenlere ne mutlu. Ne mutlu çünkü bu erdemden yoksun kalıp ilaçlarla, para karşılığı psikoterapistle seans süresince konuşmak zorunda kalmıyorlar.

Ağlamak , hayır demek, sorumluluktur. Kişiyi insan yapan, var eden duygulardır . Insanı güçlü kılar. Hayata karşı eğilmeden dimdik kalmamızı sağlar. Benliğimizin, akıp giden hayatın, farkına varalım. Keşke demek zorunda kalmayalım. Yukarda da belirttiğim gibi aynamız, geleceğimiz çocuklarımıza güzel örnek, güzel rol-model olabilelim. Onların benliğini fark etmelerini ve kaybetmemelerini sağlayalım.

Ben iğneyi batırdım, çuvaldızı batırmak manasında değerli yorum, eleştiri ve paylaşımlarınızı bekliyor ve rica ediyorum


Sevgiyle, muhabbetle ... HOŞÇAKALIN 

3 Temmuz 2014 Perşembe

ORUÇLA GELEN ZENGİNLİK


İnancımızı en yoğun bir şekilde yaşadığımız bir ay yaşayacağız. Kimilerimiz için huşunun zirvesi, kimilerimiz için diğer günlerden çok farkı olmadığını belirttiği bir dönemdir. Bu dönem biz hekimler için günler öncesinden farklı bir sezonu başlatır: "Hocam ben oruç tutabilir miyim?"
Oruç bizim hayatımıza, sağlığımıza neler katıyor sorusunu birlikte tartışalım istedim. 

Bu kadar saat aç kalmanın bize ne yararı oluyor sorusu her zaman konuşulur tartışılır, Bizim ülkemiz özeleştiriyi çok seven bir ülke. Diğer dinlerde de oruç farklı ritüeller çerçevesinde yerine getirilmektedir. Sanırım bizim kadar sorgulanmıyordur ya da artık herkes birbirinin inanışına saygı duyup gerçek çözümü oluşturmuşlardır.


Oruç ile biz neler kazanıyoruzu konuşmak isterim.
1- Oruç sayesinde beslenme ile ilgili yaptığımız gereksiz gıda alımlarını ortadan kaldırmış oluyoruz. Abur cubur tüketimini engelliyoruz. Akşam yemeğine çorba ile başlamamız gerektiğini hatırlıyoruz. Herkes için geçerli değil belki ama büyükşehirlerdeki aileler ve dostlar için bir araya gelme vesilesi oluşturmaktadır. Az yemeninde yeterli olduğunu bize göstermektedir. 
Tüm günün açlığı sonrası genelde bir bardak su ve çorbada başlayan doyma süreci tamamlanmaktadır. Bizim acıktım dedikten sonra doyma için geçen süre 22 dakikadır. Biz bu 22 dakikayı iftar saatinden önce masaya ne kadar erken oturarak başlarsak o kadar çabuk doyma sürecimiz tamamlanacaktır. bu nedenle oruç dönemlerinde pek abur cubur tüketmeye zaman ve midede yerimiz kalmamaktadır. Ramazanların en güzel iftar ritüelidir çorba ile başlamak. Mümkün olduğunca tercihimizi un ilave edilmeyenlere de verebilirsek kilo açısından da sıkıntı yaşamamış oluruz. 
Ekonomik gerekçeler ve iş yerlerimizin talepleri doğrultusunda ailede herkesin çalışması gerekebiliyor. Bu nedenle veya kişisel nedenlerle aile bireyleri çoğu akşam yemeğinde topluca yemek masasına oturamayabiliyor. İftarda birlikte olmak bile aynı sıkıntı ile bekleyip , aynı sıkıntıyı birlikte aşmak bugünlerde belkide en çok ihtiyacımız olan şeylerden biri diye düşünüyorum. Toplu yemek yemek belkide en kolay uygulayabildiğimiz grup terapisidir.  
Bir önemli hususta oruç nedeni ile gereksiz ama zaman geçirme için yediğimiz çokda sağlıklı olmayan gıda maddelerini yemediğimizde birşey kaybetmediğimizi görürüz. Özellikle "insülin direnci" günümüzün en büyük sağlık sorunudur ve ramazan bunu aşmamız için en güzel zamanlardan biridir. 

2- Oruç sayesinde "iç görü" sağlamış oluruz. Biz insanoğlu hep kendimize zaman ayıramamaktan bahsederiz. Oruç bunun içinde müthiş bir fırsattır. Hayattan ne istediğini , ne kadar istediğini düşünecek büyük bir zaman sağlar. Yapmak istediklerimiz içinde büyük bir zaman boşluğu yaratır. öğle yemeği , kahvaltı hele sigara tüketiminizde varsa kazandığın zamanı sen düşün. Yapabilirim düşüncesini yeniden kazanıyor ve özgüvenimizi perçinliyoruz. 

3- Oruç sayesinde farkında olarak ya da olmadan aidiyet kazanırız. İnancımızı gözden geçirmiş oluruz. Sana verilmiş bir görevi yerine getirmenin huzurunu yaşarız. Metropol insanının belkide en büyük eksiği inanç yani aidiyet duygusudur. Bu duygunun yokluğu insanı çok genç yaşlarda bile hata yapmaya götürebilir. 

Oruç sayesinde ruhumuzda bedenimizde kazanıyor. Tabi bu söylediğimiz herşey oruç tutmaya engeli olmayan insanlar içindir. Mutluluk, huzur, bereket, ihsan sahibi ramazan ayınızın hayırlı olmasını, tutmuş olduğunuz oruçlarınızın kabulünü dilerim.

Uz Dr Kadir Gökhan ATILGAN
İÇ HASTALIKLARI VE NEFROLOJİ UZMANI


14 Mart 2014 Cuma

14. MART. . .

14 mart, 

Dünya Pi Günü (3. ayın 14'ü)


Albert Einstein'ın doğum günü
 ve 

Tıp Bayramı


 14 mart 1827 'de,II. Mahmut döneminde, Hekimbaşı Mustafa Behçet'in önerisiyle ilk cerrahhanenin, Şehzadebaşı'daki Tulumbacıbaşı Konağı'nda Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire adıyla kurulması, Türkiye'de modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilir. Okulun kuruluş günü olan 14 mart , "Tıp Bayramı" olarak kutlanmaktadır.
İlk kutlama,1919yılının 14Mart'ında işgal altındaki İstanbul'da gerçekleşmiştir. O gün, tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Hikmet Boran'ın önderliğinde, tıp okulu öğrencileri işgali protesto için toplanmış ve onlara devrin ünlü doktorları da destek vermişti. Böylece tıp bayramı, tıp mesleği mensuplarının yurt savunma hareketi olarak başlamıştır. 
1929-1937yılları arasında 12.mayıs günü Tıp Bayramı olarak kutlandı. Bu tarih, Bursa'daki Yıldırım Darüşşifası'nda ilk Türkçe tıp derslerinin başladığı tarih olarak kabul edildiği için Tıp Bayramı yapıldı. Ancak zamanla bu uygulamadan vazgeçildi ve yeniden 14 Mart Tıp Bayramı oldu.

Tıp Bayramımız KUTLU OLSUN..

28 Temmuz 2013 Pazar

"HİÇ" GÖRDÜN MÜ?


"Hiç"bir şey'dir.
"Hiç", yoktan iyidir.
"Hiç" varlık gösteremedi. Hiç, elle tutulur bir meta mıdır?  Hiç varlık gösteremediyse yanlış kimdedir?
"Hiç" vaktim yok diyen adamın mutlu olma şansı var mıdır, varsa ne kadardır? "Hiç" vaktinin olması için çaba sarf etmiş midir? Ya da bu güzelliği fark etse kendisine her gün " hiç" vakti ayırmaz mı?
"Hiç" kimse ; tanışmak, feyz almak gerekmez mi ?
"Hiç" gördün mü sen hayatında ? Ya da "Hiç" hayal ettin mi?
Herkese inat " bu benim Hiç'im diyebildin mi?
"Hiç" işte